Yazın ve yaz aşklarının ardından, biraz gerçekçi, biraz hüzünlü Eylül…
Bu yaz yine, yeniden bazı kıyılarda yaz aşkları yaşandı. Kimi platonik, kimi erotik, kimi romantik, kimi kısa, kimi uzun… Bir yerlerde Eros yine okunu fırlattı. Plajlarda, havuzlarda, teknelerde, teraslarda aşk romanları okundu. Eski aşklar hatırlandı, yeni aşklara özlem yaşandı…
Aslında aşkı özlerken o içimizde çağlayan duyguları, gördüğümüz renklerin daha bir renkli oluşunu, çektiğimiz nefesin daha bir içimize sindiğini hissetmeyi özlemiyor muyuz? Gerçekten yaşamı hissettiğimiz için seviyoruz aslında aşkı, bazen de cesaret edip ona yaklaşamıyoruz. Yaşanası anlar teğet geçerek uzaklaşıyor. Alıştığımız sıradanlıktan, kontrolü yitirmekten korkuyoruz belki de… Tabii kaçmak için binlerce neden sıralamak mümkün. Ama bazen de ne yapsak kaçamıyoruz. Peki, o kadar kişi arasından neden o kişiye çekiliyoruz? İki kişi arasında gerçekleşen etkileşimin asıl kaynağı ne? Bu çekim nasıl oluşuyor? Mevsimin ve hava sıcaklığının etkisi ne oranda etkili? Neden o kişiye çekiliyoruz mıknatıs gibi?
Aslında sanırım bu konu tamamen evrensel yasalarla açıklanabilir. Ancak konuya mutlaka bilimsel bir açıklama getirmek gerekirse, uzmanlar aşkın bir kimyası olduğundan söz ediyor. Yani bildiğiniz fizik- kimya- biyoloji! İki insan karşılaşıyor, bu iki insanın vücut kimyasında bazı değişimler gerçekleşiyor ve sonuçta iki kişi birbirine çekiliyor. Karşılaşılan an itibariyle karar aşaması 90 saniye ile 4 dakika içinde gerçekleşiyor! Ve aşk… Üstelik yapılan araştırmalar gösteriyor ki etkinin yüzde 55’i vücut dilinizle, yüzde 38’i sesinizin tonuyla ve sadece yüzde 7’si onunla konuşurken seçtiğiniz kelimelerle ilgili!
Aşıkların zamanının yüzde 90 ı aşık oldukları kişiyi düşünmekle geçiriyor. O sırada vücutta müthiş bir kimyasal değişim yaşanıyor. Dopamin, noradrenalin ve phenylethylamin hormonlarının vücutta daha çok salgılanmasıyla el içleri ısınıyor ya da terliyor, tansiyon ve nabız yükseliyor. Aşık olanların iştahının kesilmesinin, uykusuzluk çekmesinin, hiperaktif olmasının, konsantrasyon problemi yaşamasının sorumlusu aslında vücudun ürettiği ekstra hormonlar!
Ancak tüm bu etkenlerin dışında çok önemli bir konu daha var: Tıpkı parmak izi gibi sadece aşık olduğumuz kişiye ait o benzersiz koku! Bern Üniversitesi nden Claus Wedekind tarafından yapılan bir araştırmaya göre kişi karşı cinste, sadece o kadına ya da erkeğe ait olan DNA kokusunu ayırt ediyor, duyuyor, etkileniyor ve tarifsiz bir çekim hissediyor. Yani aşk için ilk kıvılcım bu şekilde tetiklenmiş oluyor. Böylece etkileşim içindeki çift, daha farkına bile varmadan, kokuları birbirine karışarak dans etmeye başlıyorlar…
Kısacası, ilahi planda iki kişi birbirine çekiliyor ve vücutlarındaki birtakım hormonlar tavan yapıyor. Sadece farklı hissedip düşünmüyorlar, vücutlarının geleneksel sistemi de baştan aşağı değişiyor, aşkla birbirlerine uyum sağlıyorlar. Nasıl mı? New Jersey Rutgers Üniversitesi profesörlerinden Amerikalı araştırmacı, Antropolog Helen Fisher, Amerikan Psikiyatri Derneği’nin düzenlediği konferansta aşkın insan vücudundaki kimyasal ve biyolojik etkilerini şöyle açıklıyor:
Aşkın ve Kimyasının Evreleri: Hormonların Gücü
1. Evre: Aşkta Büyülenme Evresi
Bu evrede vücutta amfetamin kimyasalının etkileri görülüyor. Bu da feniletilamin, norapinefrin ve dopamin hormonlarının artışıyla gerçekleşiyor. Bu üç hormon, aşık olunca kendimizi duygusal ve fiziksel olarak çok farklı, normalin dışında hissedişimizin nedenlerini açıklıyor. Feniletilamin, beyinde hipotalamusta salgılanan endojen bir nöroam ve bunun ilk görüşte aşktan sorumlu hormon olduğu söyleniyor. Bu hormon gözbebeklerinin büyümesine, karında kan çekilmesine bağlı olarak gerçekleşen kramp tarzı hisse, kanın dudaklara ve cinsel organlara hücum etmesi gibi etkilere neden oluyor. Bu hormon, bulutlar üzerinde yürüyor gibi hissetmemizin, dalıp dalıp gitmemizin ya da sürekli gülümsememizin nedeni. Her şeyin iyi olduğu duygusunu veriyor ve anı yaşamanızı sağlıyor. ‘’Tehlike anlarında kaç ya da savaş!’’ sinyalini veren norapinefrin adlı hormonun salgılanmasına bağlı olarak da aşık olduğunuzda kalp atış hızınız artıyor, heyecanınızı kontrol etmekte zorlanıyorsunuz. Zaman zaman panik hissine ve nedensiz korkuya da kapılabiliyorsunuz. Dopamin’in etkisiyle ise çevredekilere karşı dikkatsizken aşık olduğunuz kişiye dikkat kesiliyor, onun ilgisini sürekli üstünüze çekmek istiyor, hatta kıskançlıklar yaşıyorsunuz diyor Helen Fisher. Hiperaktivite, kısa süreli hafıza, uykusuzluk, iştahsızlık gibi belirtiler dopaminin etkilerine bağlanıyor. Ayrıca dopaminin beyinde bolca salgılanması, kişiyi konuşkan, coşkulu ve sekse karşı daha istekli yapıyor.
2. Evre – Aşkta Duygusal Bağ Kurma Evresi
Birinci evre genellikle birkaç ay içinde tamamlanıyor. İkinci evre ise ilişki devam ederse sevginin ve bağlılığın oluştuğu, ilişkinin yön bulduğu bir dönem. İlk devredeki hormonların yerini endorfin hormonu alıyor. Endorfin hormonu, aslında bağışıklık sisteminde ağrı kesici görevi görüyor. Fakat endorfin, aşk söz konusu olunca da bolca salgılanıyor. Aşktaki görevi ise, insanın kendini iyi hissetmesini, dertlerini hafife almasını sağlaması… Helen Fisher, aşkta bağlanmamızın sebeplerinden birinin vücudumuzdaki endorfin hormonu olduğunu, çünkü vücutta endorfin artışının, kişiye huzur, içtenlik, sıcaklık, şefkat ve güven duygusu verdiğini söylüyor.
3. Evre – Aşkta Güven, Bütünleşme ve Bağlanma Evresi
Uzmanlara göre çoğu aşk bu evreye gelmeden bitiyor. Oksitosin hormonu el ele tutuşurken, sarılırken, öpüşürken, cinsel ilişki ve özellikle orgazm sırasında bolca salgılanıyor ve kendimizi adeta dünyadan kopmuşçasına özgür ve mutlu hissetmemizi sağlıyor. Bu hormon, çiftlerin gerçek huzuru yakalamasına da neden oluyor. Diğer evreleri geçen aşık çiftler bu evreye geçtiklerinde ruhsal, duygusal ve fiziksel doyumu yakalıyorlar. Sesler, bakışlar, cinsel fanteziler, aşık olunan kişiyi düşünmek, hatta fotoğrafına bakmak bile bu kimyasalın salınımını tetikliyor. Oksitosin hormonu ayrıca doğum sırasında da salgılanarak, anne ve çocuk arasında çok özel bir bağın kurulmasına neden oluyor. Emzirme sırasında salgılanan oksitosin hormonuyla sevgi, güven ve şefkat duygularının anne ve çocuk arasında ömür boyu paylaşımının temeli atılmış oluyor.
Aşktan sorumlu diğer hormonlar arasında ise tabii ki östrojen, testosteron ve vasopressin geliyor. Vazopressin, erkekte bağlılığı arttıran, onu uzun ilişkiye hazırlayan, koruma, kollama ve sahip çıkma duygusu veren hormon. Belli ki çoğu erkek bu hormonun etkisiyle evlenme teklifi ediyor ve evliliğini sürdürüyor. Kadınlarda ise monogami, yani tek eşlilik isteğini oluşturan hormon oksitosin. Östrojen, kadının cinsel karakterini oluşturuyor, cinsel isteğini arttırıyor ve oksitosin düzeyini yükseltiyor. Testosteron ise hem kadın hem de erkek için gerçek bir afrodizyak!
Tabii bunlar yüce yaratıcımızın bize bahşettiği duyguları yaşayabilmemiz için mekanizmamıza yerleştirilmiş yan ürünler. Ruhumuzun yol çizgisinde yaşayarak, deneyimlememiz ve onun saf sevgisine ulaşmak için geçmemiz gereken dersler var. Bunun için de fiziksel hayatımızın muhteşem mekanizması, mucizevi bir şekilde işliyor…
Ama tüm bunları bilsek de aşık olunca unutuyoruz, çünkü unutmak üzere programlandık ancak uyanana ve gönül gözümüz açılana kadar! Böylece aşık olunca hem çok mutlu, hem de çok mutsuz olabiliyoruz. Aslında tıpkı bir “roller-coaster”daymışız gibi duygusal anlamda hızlı ve ani iniş çıkışları önlenemez bir şekilde yaşıyoruz. Yani fizik, kimya ve biyoloji derslerinden bir anlamda geçiyor, bir anlamda sınıfta kalmış oluyoruz. Bu nasıl mı oluyor? Her aşk eninde sonunda zaman aşımına uğruyor! Ve az da olsa, çok da olsa, acı verebiliyor. Bazen de sevgi, saygı, hayranlık ve güvenle sağlamlaşarak ömür boyu devam ediyor. Ancak benim söz ettiğim daha çok ikinci evreye bile geçemeyen aşklar…
Evet, aşkın bize öğrettiği ve öğreteceği daha çok şey var.
Ne yazık ki… Ve ne mutlu ki!
Yazı ve Derleme: Pınar Efe