Bilinçlendiren Filmler

Amerika’nın ve dünyanın siyahi tarihini konu alan filmlerle ırkçılık sorununu farklı sesler ve hikayelerden dinleyebilirsiniz.

Irkçılık çok rahatsız edici toplumsal bir sorun ve yeryüzündeki varoluşu lekeleyen bir davranış biçimi. Birbirimizi daha iyi anlamamıza ve sevmemize engel olurken aynı zamanda kin ve nefret dolu bir dünyada yaşamamıza sebep oluyor.

Çok eski zamanlarda ırkçılık diye bir kavramı yoktu. Belki vardı ama asla bir problem olarak görülmüyordu. Fakat zamanla hayatın acı bir gerçeği olarak kabul edildi, tıpkı dünyadaki diğer kötü şeyler gibi. İnsanoğlu ırkçılığın varlığını kabul edecek şekilde evrildi. Bu lanet kavram toplumların merkezinde kendine adeta altın bir taht buldu.

Sinema ise her zaman dünyanın aynasıydı. Bu sebeple ırkçılık meselesi pek çok filme konu oldu. Size hatırlatacağım bazı filmler kendi içlerinde tamamen ırkçı ve önceden işlerin nasıl olduğunu üzücü bir şekilde anımsatıyorlar. Diğer bir kısmı ise devrimci bir hareket ile eşitlik ve ırk konusundaki algılarımızı ciddi şekilde sorgulattırıyor.

Dünyanın aynı anda hem çok büyük hem de çok küçük olduğunu, çeşitli kültürlerle dolu olsa da aynı zamanda dar bir bakış açısına sahip olduğunu anlamamızı sağlıyor. Toplum olarak güçlü ve zayıf yanlarımızın önemli hatırlatıcıları olarak arşivlerden bizi davet ediyorlar.

Bu filmleri yeniden hatırlamak ya da izlemediyseniz izlemek ister misiniz?

12 Years a Slave (2013) – Steve McQueen

Solomon Northup (Chiwetel Ejiofor) New York eyaletinde ailesiyle yaşayan ve kemancı olarak çalışan özgür bir siyahi. Ona iş verecekmiş gibi görünen iki hilekar tarafından uyuşturulduktan sonra Solomon, gemiyle New Orleans’a götürülüyor ve kaçak bir köle diye satılıyor. “Platt” ismini alıyor ve gerçek kimliğini açıklama çabalarına rağmen Solomon bir köle tüccarından öbürüne 12 yıl boyunca satılıyor. Vaktinin büyük kısmını kölelere karşı dengesiz ve sadistçe davranan Edwin Epps’in (Michael Fassbender) evinde geçiriyor. Solomon nihayetinde Epps’in yerleşkesinde bir balkon inşa eden beyaz sempatik bir işçi olan Bass’e (Brad Pitt) sırrını açıyor ve bu adamdan özgürlüğünü geri kazanmak için yardım istiyor.

Film Solomon Northup’un aynı isimli biyografisinin birebir uyarlaması. Filmdeki pek çok karakter Northup’un köle olduğu zamanda hayatına kabusa çeviren gerçek insanlar. Edwin ile Mary Epps ve yerleşkesinde arkadaş olduğu Patsey de bu gerçek karakterler grubuna dahil.

12 Years a Slave (12 Yıllık Esaret) En İyi Film Oscar’ından Altın Küre Ödülleri’ne ve Ejiofor’un aldığı BAFTA En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’ne kadar çok sayıda ödül kazandı.

Yönetmen McQueen; Solomon Northup’un Güney Amerika’nın Anne Frank’i olduğunu düşünüp bu film projesini hayata geçiriyor.

Django Unchained (2012) – Quentin Tarantino

Django (Jamie Foxx), Dr. King Schultz (Christoph Waltz) adındaki Alman kelle avcısı tarafından özgür bırakılan bir köle. Özgürlüğünün karşılığında Django kendisinin tanıyabileceği bir çift biraderi bulması ve öldürmesinde Schultz’a yardım ediyor. Schultz sonunda Django’yu partneri yapıyor ve beraber Django’nun aşkı Broomhilda’yı bulmak üzere yola koyuluyorlar. Yaşadığı yeri buluyorlar ve Calvin Candie adındaki saldırgan ve psikozlu köle tüccarından (Leonardo DiCaprio) onu almak için plan yapıyorlar. İşler planladıkları gibi gitmiyor ve ikilimiz kendilerini belanın ortasında buluyor.

Tarantino’nun bu filmde niyeti başından beri bir İtalyan kovboy filmi gibi yapmaktı aslında. Fakat ABD’nin korkunç kölelik tarihini ele almak senaryo yazımı sırasında kendisine daha cazip geldi. Konuyu ele alış biçimi ise son derece muzipti.

Tarantino bu filmi çekerken çok sayıda farklı filmden ilham aldığını birçok röportajında belirtiyor. Bunların arasında Sergio Corbucci’den Django (1966) ve Richard Fleischer’dan Mandingo (1975) da var.

Monster’s Ball (2001) – Marc Forster

Dul cezaevi memuru Hank Grotowski (Billy Bob Thornton) eski kafalı ırkçı babası Buck ve cezaevinde çalışan oğlu Sonny (Heath Ledger) ile yaşar. Hank, Sean Combs’un oynadığı suçu ispatlanmış katil Lawrence Musgrove’un infazından sorumlu olan takımın bir parçasıdır.

Sonny babası ile büyükbabasından çok daha hassastır ve aile içinde bazı gerilimler de yaşanmaktadır. Trajik olaylar dizisinin ardından Hank, Musgrove’un eski eşi olan Leticia (Halle Berry) ile tanışır. Bir ilişkiye başlar ve beklenmedik şekilde birbirlerinde huzuru bulularr.

Etkileyici kadrosunun da cazibesi ile – ne yazık ki Heath Ledger artık aramızda değil – Moster’s Ball (Kesişen Yollar) dengesiz, büyüleyici ve sürükleyici bir film. Hüzün yüklü iki insanın çok gerçekçi ve saf ilişkisini odağına alıyor. Onları karanlık ve umutsuz bir atmosferde biz seyirciler ile baş başa bırakıyor.

Hank’ın gerçekten ırkçı mı yoksa sadece iğrenç babasının taleplerine karşılık veren biri mi olduğunu film sonunda anlayabiliyoruz. Hank’in gerçek hisleri ve tutumu, Leticia’ya olan samimi ilgisinin haricinde filmde her şey bir muamma. Leticia Hank’ın yaşam iksiri ve psikoloğu konumunda. Mutlaka izlenmesi gereken eşsiz bir yapım. Ayrıca bu rol ile Halle Berry’nin En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını aldığını da unutmayalım.

The Green Mile (1999) – Frank Darabont

Yaşlı bir adam olan Paul evde dinlenirken arkadaşı Elaine’ye (Eve Brent) bir hikaye anlatmaya başlar. 1935’de Cold Mountain Cezaevi’nde gardiyan olduğunu anlatır. Genç Paul’u Tom Hanks’in oynadığını görürüz. John (Michael Clark Duncan) adında dev gibi bir Afro Amerikan tutuklu gelir. İki beyaz kızın tecavüzü ile öldürülmesinin sanığıdır ve ölüm cezası almıştır.

Ancak John çok kibar biri çıkar ve canlıları iyileştirmesini hatta ölümden döndürmesini sağlayan özel güçlere sahipmiş gibi görünür. John ile Paul arkadaşlık kurar ve John yeteneklerini cezaevindeki görevlilerin bazılarına yardım etmekte kullanır.

Stephen King romanından uyarlanan bu film, ırksal konulardaki yorumlarında izleyicileri ikiye böldü. Çoğunluk filmin pozitif bir etkisi olduğunu belirtirken bazıları da kendini kaderine teslim eden kibar kara dev olan John tasvirinin ise ırkçı bir bakış açısı ile ele alındığını savundu.

The Green Mile (Yeşil Yol) yorumlaması her filmde olduğu gibi çokça sübjektif ama konusunun kalbinde daimi olan ırkçılık sorunu yattığı kesin. Her dönem ve mekanda bu sorun hep baş gösteriyor.

American History X (1998) – Tony Kaye

Abisi Derek (Edward Norton) siyahi bir adamı öldürdüğü için yattığı cezaevinden henüz çıkmış olan Danny (Edward Furlong) yeni yetme bir Neo-Nazi’dir. Danny’ye Afroamerikan Dr. Bob Sweeney (Avery Brooks) tarafından Derek hakkında yazı yazma görevi verilmiştir. Film flashback dizileri vasıtasıyla Derek’in D.O.C. adındaki saldırgan ırkçı çetenin lideri olarak yükselişinin ve düşüşünün hikayesini anlatıyor.

Hapishanedeyken Derek Aryan Kardeşliği’ne katılıyor ama onu soktukları korkunç çileden dolayı düş kırıklığına uğruyor. Yolunu değiştiriyor, kabuğuna çekiliyor ve cezaevi çamaşırhanesinde çalışan siyahi bir adamla arkadaş oluyor. Derek eve dönüyor ve Danny’nin onun hatalarını tekrar etmesinin önünü kesmek için var gücüyle uğraşıyor.

Edward Norton’un dövmeli, korku uyandırıcı Derek Vinyard rolüyle sinema tarihine geçtiğini söyleyebiliriz. En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını alamaması ise Akademi’nin her zamanki yanlı değerlendirmelerinden biri olarak görüldü.

A Time to Kill (1996) – Joel Schumacher

Genç Afroamerikan kız Tonya (Rae’Ven Larrymore Kelly) Mississippi Canton’da iki beyaz ırkçı tarafından vahşi şekilde tecavüze uğruyor ve dövülüyor. Onu öldürmeye teşebbüs ediyorlar ama başaramıyorlar ve kız kurtuluyor. Babasını oynayan Samuel L. Jackson, hükümlülükten yakayı kurtulabileceklerini anladığında iki tecavüzcüyü de öldürüyor. Sonra mahkemeye çıkıyor ve beyaz bir avukat olan Jake Brigance’ın (Matthew McConaughey) yardımını alıyor. İki adamın hayatı da o bölgede dalgalanmaya başlayan Ku Klux Klan tarafından tehdit ediliyor.

Film John Grisham’ın romanına dayanıyor. Zorbalığı ve ölüm cezasını akladığı hissedildiğinden bu özellikle Fransa’da büyük tepki görüyor. İzleyicinin ters tepkisini önlemek için filmin Fransızca ismi bile “The Right to Kill?” (Öldürmek Doğru Mu?) şeklinde değiştirildi.

Film çoğunlukla başarılı bulunuyor ve Jackson & McConaughey’in performansları çok beğeniliyor. Aktörler karakterlerinin ilişkilerini betimlemede muhteşemler.

Mississippi Burning (1988) – Alan Parker

Üç insan hakları savunucusu Mississippi’nin Jessup bölgesinde kayboluyor. Sırasıyla Gene Hackman ve Willem Dafoe’nun oynadığı iki FBI ajanı Rupert Anderson ve Alan Ward soruşturma için yollanıyor. Jessup’a vardıktan hemen sonra neredeyse tüm makamlardaki insanların bir şekilde Ku Klux Klan’ın içinde olduğunu fark ediyorlar. Tüm siyahi vatandaşlar, korkunç işkencelere maruz kalacak olmasına rağmen konuşabilecek kadar cesur olduğundan bu olay, sorgulamaları çok zorlaştırıyor.

Anderson ve Ward ayrıca birilerinin kuyruğuna bastıklarında ve Jessup’daki ırkçı nefret konusundaki suskunluk yeminini bozmaya çalıştıklarında kendilerini ateş hattında buluyorlar. Soruşturmalarında kasaba halkından küçük bir yardım dahi alamayacaklarının farkına vardıklarında iki ajan meseleyi kendi ellerine almaya ve Jessup KKK’ını alaşağı edecek bir plan hazırlamaya karar veriyor.

Film Mississippi’de üç insan hakları işçisinin öldürüldüğü gerçek bir olaya dayanıyor. 1964’de Andrew Goodman, James Chaney ve Michael Schwerner Neshoba şehrinde kayboluyor. Daha sonra ortaya çıkıyor ki, Şerifin Ofisi ve aynı zamanda Philadelphia Polis Departmanı da işin içinde olmak üzere, yerel KKK çocukları öldürmüş. Ölümlerin olduğu tarihte üç aktivist, 1890’dan beri var olan hak mahrumiyetlerinden sonra Afroamerikanlar’ın da oy kütüğüne kaydı için kampanya başlatıyorlar. Film Alan Parker filmografisinin belki de en güzeli. Irkçılık temalı filmler arasında belki de ilk izlenilmesi gereken yapım.

Hotel Rwanda (2004) – Terry George

6 Nisan 1994’te, Doğu Afrika’da Ruanda ülkesindeki Tutsi ve Hutu kabileleri arasında yaşanan ve 800 bin ila 1 milyon arası sivilin ölümüyle sonuçlanan, gelmiş geçmiş en vahşi soykırımı konu alan Hotel Rwanda, gerçek hikayelerden beyaz perdeye uyarlanmış çarpıcı bir yapım. Film çok üzücü. Bittiğinde etkisinden kurtulabilmeniz çok kolay olmuyor.

The Help (2011) – Tate Taylor

Emma Stone, Octavia Spencer ve Viola Davis’in başrollerinde yer aldığı film ‘New York Times En Çok Satanlar’ listesinde bir numara olan ve hakkında çok konuşulan kitaptan uyarlandı.

1960’lı yılların Mississippi’sinde, üç birbirinden farklı ve sıradışı kişilikteki kadının hikayesine odaklanan filmdeki bu üç kadın, kendilerini tehlikeye atan ve toplumsal kurallara karşı gelen gizli bir yazı projesi sayesinde benzersiz bir dostluk kuruyorlar. Eğlenceli ve yer yer göz yaşartan eşsiz bir seyirlik.

Amistad (1997) – Steven Spielberg

Amistad yönetmenliğini Steven Spielberg’in yaptığı, 1997 yapımı, konusu gerçek bir olaya dayanan bir Hollywood filmi. 1839 yılında, siyahi köleleri taşıyan filmle aynı adlı gemide kölelerin çıkardığı isyan sonrası yaşananlar konu ediniyor.

1830’ların ABD’sinde sanayileşme yanlısı kölelik karşıtları ile güneyli toprak sahiplerinden oluşan kölelik yanlıları arasında hızla yükselen ve ilerleyen yıllarda Amerikan İç Savaşı’na yol açacak olan gerginliği işliyor. Vizyonda olduğu yılın en çok izlenen filmiydi.

Selma (2014) – Ava DuVernay

1965’te Alabama eyaletinin Selma kentinden eyalet başkentine giden 87 km’lik bir yol vardı. Bu yolda o dönem ABD tarihine geçen üç protesto yürüyüşü gerçekleştiriliyor. Martin Luther King’in öncülük ettiği bu yürüyüşlerde kamuoyu bilinçlendiriliyor ve dönemin ABD Başkanı Johnson Oy Hakkı Kanunu konusunda köşeye sıkışıyor. Nihayetinde protestolar etkili olup kanun çıkıyor.

Yakın zamanda ‘When They See Us’ gibi muhteşem bir yapıma imza atan Ava DuVernay’in mutlaka izlenmesi gereken ikonik filmi ‘Selma’.

The Color Purple (1985) – Steven Spielberg

Alice Walker’ın romanından uyarlanan, Steven Spielberg tarafından yönetilen “Mor Yıllar” filmi 1900’lü yılların başında Amerika’nın Georgia eyaletindeki kırsal topraklarda geçiyor. Film bizi her yönüyle o dönemi özetleyen çarpıcı gerçeklerle yüzleştiriyor.

Siyah kadınların yaşadığı sorunları ve yaşamlarına dair karanlık noktaları toplumdan tecrit edilmiş bir ortamda dile getiriyor ve ötekileştirilmiş siyahi toplumun o dönemin yapısal ve toplumsal gerçekliğini son derece dramatik ve sert bir şekilde biz izleyicilere gösteriyor.

Bu özel yapımların dışında ayrıca izlenmesi gereken TV dizileri ve filmler:

● 13th.(Ava Du Vernay) – Netflix

● American Son (Kenny Leon) – Netflix

● Black Power Mixtape: 1967-1975

● Clemency (Chionye Chuckwu)

● Dear White People (Justin Simien) – Netflix

● Fruitvale Station (Ryan Coogler)

● I Am Not Your Negro (James Baldwin doc.)

● If Beale Street Could Talk (Barry Jenkins) – Hulu

● Just Mercy (Destin Daniel Cretton)

● King In The Wilderness – HBO

● See You Yesterday (Stefon Bristol) – Netflix

● The Black Panthers: Vanguard of the Revolution

● The Hate U Give (George Tillman Jr.) – Hulu

● When They See Us (Ava DuVernay) – Netflix

Yazar: Doğuş Bengi


Önerilen yazılar