Don Kişot’un şehri Toledo; görkemli sarayları, üç dine ait kutsal mekanları ve binlerce yıllık medeniyetlerin tarihinin biriktiği daracık sokaklarının fısıldadığı hikayeleri ile matruşka bebeği gibi katman katman açan bir şehir.
Toledo’nun kent duvarları, temmuz gününün yorucu sıcağının ve turist kalabalığının ardından, bir günü daha atlatmanın huzuru ile derin bir oh çekerek kendi sükunetine ve iç sesine dalmıştı ki tren istasyonundan şehirle ilk defa göz göze gelmiş bir yabancı çıktı. Şimdi herşeyi bu yabancıya sil baştan anlatmak gerekecekti.
Yaz güneşinin akşamın geç saatlerine kadar şehrin duvarlarını, taş evlerini, ara sokaklarında en az güneş alan yerleri bile aydınlatan cömert ışıkları, şehirle ilk saatlerinin heyecanı içinde olan yabancıya birkaç saat ara sokaklarda kaybolma fırsatı verdi.
Toledo Katedrali’nin hemen yakınındaki bir sokakta yer alan ve şehirdeki iki gecemi geçireceğim eve labirent sokaklardan geçerek ulaştığımda, fotoğraflarda gördüğümden çok daha etkileyici olan ‘mudejar’ stili bir ev, tüm albenisiyle beni karşıladı. Bu evi görür görmez adeta şehirdeki tüm dokuyu ve güzelliği içime çektiğimi hissettim. Avluya açılacak olan büyük tahta kapıyı araladım. Akşam üzeri saatlerinin yumuşak ışıkları ile tam kıvamında aydınlanan avluya kuşların melodik ötüşleri de eklenince, Toledo çoktan kalbimi çalmıştı. Masal diyarlarının büyüsüne uygun her renk, koku ve ses buradaydı. 15. yüzyıldan kalma evin alt katında yer alan ve evin oturma salonu olarak kullanılan mağaraya benzer bölümün, 1. yüzyıla tarihlenmesi ise evin üzerimdeki etkisini bir kat daha artırdı.
Sabahın erken saatinde birkaç dakika ile kaçırdığım Barselona – Madrid uçağı ve ardından tren istasyonuna gidip, tüm plana baştan başlayarak aldığım yeni biletler ile akşam üzeri saatlerinde ulaşabildiğim Toledo’da karşılaştığım mistik sokaklar ve evin üzerimde bıraktığı etki, o günün ve belki de hayatımın en mutlu anları arasında yerini aldı.
Sıcağın kavurduğu, turistlerin şehrin labirent sokaklarında haritaların ya da rehberlerin peşinden arşınladığı, fakat şu saatlerde artık terk ettiği sakin sokaklar, bana kalmıştı.
Granit bir kaya üzerine kurulmuş olan ve Tajo Nehri’nin çevrelediği Don Kişot’un şehri Toledo; görkemli sarayları, üç dine ait kutsal mekanları ve binlerce yıllık medeniyetlerin tarihinin biriktiği daracık sokakların fısıldadığı hikayeleri ile matruşka bebeği gibi açtıkça, yeni bir hikaye ile karşılaşmanın mümkün olduğu katman katman bir şehir.
Castilla La Mancha topraklarının kıymetlisi, Romalılar’ın Toletum’u, Müslümanlar’ın Tulaytule’si Toledo; istilaların, fetihlerin ve çeşitli dillerin, dinlerin hüküm sürdüğü yüzlerce yılın ardından kulağınıza dolan İspanyolca kelimelere rağmen, bir doğu masalı yaşatacak kadar egzotik ve gizemli. Hikayelerin peşine düşenlere anlatacakları bol.
Arapça ismi ‘Souk Al Dover’ yani ‘hayvan pazarı’ olan ve İspanyolca’ya Zocodover Meydanı olarak ulaşmış meydan, eskiden köle ve hayvan pazarıymış. Şimdi el ayak çekilmeye başlayınca, kapıların önüne turistlerin ilgisini çekmek üzere yerleştirilmiş rengarenk yüzlerce obje, Don Kişot’un resmedildiği seramik tabaklar, desen desen şarap tıpaları, magnetler, çelik hançerler ve kılıçlar çalışanlar tarafından birer birer dükkanların içine geri taşınıyorlar. Yarın sabah itibariyle tekrar görücüye çıkana kadar Toledo en duru ve ıssız haliyle ile bana kalıyor.
Şehir, adeta yalnız kalıp eski görkemli günlerini düşünmek isteyen, yaşını almış bir soylu hanımefendiye benziyor. Kırışıklıkları yakışan bir hanımefendi… Zamanı olana saatlerce anlatabilecek kadar çok görmüş geçirmiş bir hanımefendi… Aceleniz varsa hiç zahmet etmeyin; zira görecekleriniz ve duyacaklarınız basmakalıp bilgiler ve aynı açılar olacak.
Ancak şehri Madrid seyahatinin bir uzantısı olarak değil de başlı başına hakkını vermek isteyerek keşfetmek ister ve anlatacaklarına yeterince kulak kabartırsanız, Toledo Ortaçağ’dan kalan binaların gölgesinde, tüm gün bir film setindeymiş hissi ile sizi elinizden tutarak gezdirir.
El Greco’nun hayatının uzunca bir bölümünü geçirdiği ve öldüğü şehir, ressamın tablolarındaki koyu tonlara bürünürken, ilk günün tatlı rehaveti ve sokakların huzurunda evin heybetli tahta kapısını aralıyorum. Avluda gölgemi bırakarak uzun, deliksiz bir uykuya dalıyorum.
Sabahın erken saatlerinde, palmiye ağaçları, bitkiler ve birbirine eşit olmayan binlerce yuvarlak taş ile döşeli avluda, şehir haritası üzerinde dersimi çalıştığım anlara kuş sesleri eşlik ediyor. Evden sadece birkaç adım ötede sadece Toledo için değil, uygarlık tarihi için çok önemli bir bina yer alıyor. Eski Yunan klasiklerinin, tıp, felsefe, astronomi ve matematik kitaplarının Kastilya ve Latin dillerine tercüme edildiği Tercümanlar Okulu, bu birikimin yüzyıllardır kültürler, dinler, dinler arasında bir köprü olduğu bir hazine niteliğinde.
Tercümanlar Okulu’ndan tekrar yukarıya doğru yürüyerek, Toledo Katedrali’nin heybetli gölgesinden geçiyorum. Zocodover Meydanı’nı çevreleyen sokaklarda kaybolmak serbest. Nasıl olsa şehir gerçek anlamda kaybolunamayacak kadar derli toplu.
Marzipan’ı ile ünlü şehirde, butik tarzda pek çok badem ezmesi dükkanı bulunuyor. Hemen meydanda konumlanan ünlü pastane Santo Tome’den aldığım birkaç marzipan, Toledo’ya daha bir lezzet katıyor. Santo Tome’nin yanındaki merdivenlerden inip kulağıma hikayelerinden birini fısıldamasını umduğum Cervantes heykeline iyice yanaşıyorum.
Mudejar stilde yapılmış Puerto Del Sol’dan (Güneş Kapısı) geçince, Tagus Nehri’ni ve şehrin diğer kısmını görebileceğim bir teras karşıma çıkıyor. Temmuz güneşi La Mancha ovasında tüm yakıcılığı ile parlıyor. Şehirde birbirinden görkemli binaların, kutsal mekanların yanında belki de en küçük yapılardan olan Santo Cristo de la Luz şapelini görmek, aslında Toledo’yu anlamak olduğundan burayı es geçmiyorum. 10. yüzyılda cami olarak yapılan ancak Vizigotlar’a ait bir kilisenin kolonlarına sahip şapel, şehrin birbiri içinde erimiş dinlerini ve binlerce yıllık kültürünü hissetmek için ufak bir başlangıç. Yahudi Mahallesi’nin sokaklarına kendimi bıraktığımda ise sinagogların, içlerinin nasıl olduğu hakkında merak uyandıran evlerin arasında kentin tarihinin tozunu alıyorum kendi dünyamla.
Zarif Rönesans mimarisine sahip 15. yüzyıldan kalma hastane Santa Cruz’dan geçerek, hastanenin aşağı tarafına doğru yürüyünce karşıma çıkan 9. yüzyıla tarihlenmiş Alcantara Köprüsü’nde akşam saatleri yaklaştıkça, Tagus Nehri’ne yansıyan şehrin boz renklerini izliyorum.
Toledo, günübirlik bir ziyaretle ya da birkaç günle sırlarına vakıf olunamayacak kadar fazla hikaye ve tarih ile tıka basa dolu. Tıpkı atlıların gölgelerinin dar sokaklarında bir görünüp bir kaybolduğu sanrısı uyandıran, zamanın durduğuna inandıran, İspanya’nın orta yerinde bir Doğu masalı yaşatan, şehirden çok uzun bir hikayenin sayfalarında yürüyor hissi veren, zaman zaman uzaklardan kendini hatırlatan, etkileyici bir Ortaçağ tanığı gibi…
Seçil Sağlam