Akla ilk sisle kaplı dağlar, sık ormanlar, Orta Çağ’dan kalma şatolar ve ürkütücü Drakula efsanesi gelse de Transilvanya size bunlardan çok daha fazlasını sunacak.
Romanya’ya ilk kez gidişimin öncesinde, zihnimin bir tarafında Transilvanya’nın tüyler ürperten şatoları, diğer tarafında ise komünizm döneminden kalma soğuk yapılar vardı. Transilvanya’ya varınca anladım ki, hemen hemen her ön yargı gibi benimki de kısmen doğru olmasına rağmen epey bir eksikti.
Transilvanya, Romanya’nın üç bölgesinden en büyüğü ve kelime anlamı ‘Ormanın ardındaki topraklar. Karpat Dağları’nın bir hilal gibi çevrelediği bu bölge, üç farklı kültüre yüzyıllardır ev sahipliği yapıyor: Rumenler, Macarlar ve Saksonlar yani Almanlar. Özellikle, bölgeye 12. yüzyılda yerleşen ve İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar burada yaşayan Sakson topluluklarının imzası olan, saldırılara karşı koruma amacı taşıyan surlar içine inşa edilmiş şehirler ve kiliseler Transilvanya’da karşınıza sıkça çıkacak.
Transilvanya gezimizin konaklama noktası olarak, görmek istediğimiz yerlerin merkezinde sayılabilecek Braşov’u seçtik. Bükreş’ten bindiğimiz trenle Braşov garına vardığımızda, konaklayacağımız Airbnb’ye varmamız yakşalık on dakika sürdü. Gardaki taksicilere, hatta taksicilerin geneline dikkat etmenizi öneririm, ne yazık ki turistlerin bilgisizliğinden faydalanıp normal ücretin 4 hatta 5 katını talep edebiliyorlar. Braşov’un, şimdi yerinde olmayan surların içinde kalan eski kent merkezi, rengarenk boyalı evlerle dolu şirin ve büyüleyici sokaklara, hava güzelse dışarıda oturup keyif yapabileceğiniz birçok kafe ve restoran bulunan Piata Sfatului adlı ana meydana ve şehirde 1689’de yaşanan büyük yangının ardından Biserica Neagra yani Kara Kilise adını alan kocaman bir Gotik kiliseye ev sahipliği yapıyor. Kilise artık bir müze ve müzede sizi Topkapı Sarayı’ndakinden sonra dünyanın ikinci en büyük Osmanlı halı ve kilim koleksiyonu bekliyor. Dilerseniz Tampa Dağı’na yürüyerek ya da fünikülerle tırmanıp şehri kuş bakışı da izleyebilirsiniz.
Braşov’un meydanına açılan sokaklarda tatlı kafeler, yerel lezzetleri tadacağınız restoranlar ve barlar bulabilirsiniz. Transilvanya mutfağı genelde et ağırlıklı, Macar mutfağından da izler taşıyan yemekleri arasında en fazla, kış soğuğunda sizi ısıtacak yahnilere rastlayabilirsiniz. Etlere genellikle mısır unundan yapılmış bir çeşit püre olan Polenta eşlik ediyor. Geleneksel lezzetleri modern bir dekorda sunan La Ceaun ve kitsch bir dekora sahip Rumen restoranı Sergiana bizim favorilerimiz oldu. Kahve ve kokteyl için eski bir eczane gibi dekore edilmiş Dr. Jekelius – Pharmacy Cafe, Romanya’nın şaraplarını tatmak içinse yüzlerce çeşidi sunan Terroirs Boutique du Vin mutlaka uğramanızı önerdiğim diğer iki mekan. Kahvaltı konusunda beklentinizi yüksek tutmayın, ancak eğer saat 11:30’dan önce uğrarsanız, aynı zamanda öğle ve akşam yemekleri de sunan Bistro de l’Arte, şehrin en eski yapılarından birinin içinde, nefis organik lezzetleriyle sizi ağırlayacak. Braşov’da ayrıca birçok İtalyan restoranına da rastlayabilirsiniz.
Transilvanya’daki ikinci durağımız, Bram Stoker’ın Dracula kitabını yazarken ilham aldığına inanılan Bran Kalesi oldu. Aslında araba kiralayarak gitmeyi düşünüyorduk ancak bir aksilik sonucu kendimizi köhne bir Rumen otobüsünde bulduk. Braşov’dan Bran’a yolculuk, bu eski otobüse rağmen sadece 40 dakika kadar sürüyor. Bran kasabasında, görülmesi gereken en önemli yer elbette kale. Bunun haricinde Drakula, yani Vlad Tepes figürlü hediyelik eşyalar satan sayısız minik standın dışında pek de bir şey yok. Kalenin labirent gibi koridorlarında dolaştıktan sonra ise kalenin inşa edildiği tepenin eteklerinde bulunan Casa de Ceai’da ufak bir mola verebilirsiniz.
Eğer vaktiniz kalırsa Braşov’la Bran arasında, bir tepenin zirvesine konumlanmış Raşnov’u da ziyaret edebilirsiniz. Burası da yine surların içine inşa edilmiş ve o günden bugüne eski dokusunu koruyabilmiş bir başka kasaba.
İkinci günkü gezimiz ise Braşov’dan bindiğimiz trenle yaklaşık 3 saat süren bir yolculuk sonunda ulaştığımız Sighişoara’ya oldu. Avrupa’nın en iyi korunmuş kasabalarından biri olan ve UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer alan Sighişoara aynı zamanda Vlad Tepes’in doğduğu yer olarak biliniyor. Arnavut kaldırımlı sokakları, rengarenk evleri ve saat kulesiyle sizi Orta Çağ’a ışınlayacak kadar masalsı bir yer burası. Eski kent bölgesi birkaç saatte gezilip bitirildikten sonra meydandaki birkaç kafeden birine oturup buranın yüzyıllar önce nasıl göründüğünü hayal etmek çok keyifli. Hatta bir anda karşınıza Orta Çağ’a özgü kostümler giymiş bir grup insan bile çıkabilir!
Aslında planımızda Peleş Kalesi’ne gitmek de vardı ancak her yıl Kasım ayı boyunca kapalı olduğu için maalesef başka bir Romanya tatiline kaldı. Aynı şekilde Braşov’dan arabayla 2,5, trenle ise yaklaşık 3 saat uzaklıkta olan, 150 bin nüfuslu Sibiu’ya da zamanımız yetmedi. Sibiu’ya arabayla gidecekseniz, Top Gear ekibi tarafından dünyanın en güzel yolu seçilen bol virajlı ancak muhteşem görüntüler sunan Transfagaraşan adlı yoldan da mutlaka geçmenizi öneririm.
Drakula’nın ana vatanı diyerek gittiğimiz Transilvanya, akşama doğru sis bastığında vampirlere dair korkunç hikayelerinin gerçekleşebileceği bir yere benzese de, kentlerinin ve kasabalarının rengarenk yüzleriyle sizi başka şekillerde de etkileyecek, mutlaka gezilmesi gereken bir bölge.