1920’li yıllarda caz müziğinin ve müzisyenlerin merkezi olan New York’ta müzik yapmak, ağaçtaki en büyük elmayı kapmak anlamına geldiğinden New York’a ‘Büyük Elma’ denilirmiş. Yılın en pırıltısı bol ayında, şehrin ışıltılı caddelerinin enerjisine kapılmak ve kendi New York hikayenizi yazıp, kendi ısırığınızı almak için yollara düşmek zamanı.
New York un adı geçer geçmez gözümün önüne gelen görüntü, Sex&City dizisinin New York ta yaşayan yazarı Carrie Bradshaw ın (Sarah Jessica Parker) uçuk pembe, kısa, kabarık eteğiyle New York un insan seli sokaklarında havalı havalı yürürken yanından geçen bir arabanın sıçrattığı çamurla irkildiği ya da yağmurlu bir New York gününde nafile bir çabayla boş taksi aradığı sahnedir.
Elinde kahve bardağı ile işine yetişmeye çalışanların, çantasında stilettosu nu taşıyan ancak ayağında spor ayakkabısı olan kadınların, alışverişkoliklerin, hayalperestlerin, acelesi olanların, tembel ve kaygısızların, umudu olanların ve umutsuzların şehridir New York. Kış aylarında insanın içine işleyen soğuğa ve yazın insanı bunaltan nemli sıcağa, şehrin pahalılığına, gökdelenlerin gölgesindeki yaşamın yapay lığına rağmen dünyanın çekim merkezi olmasının sebebi, bu birbirinden farklı insanların yarattığı sinerji diye düşünürüm hep. Işığa uçan pervaneler gibi bu kadar insanın New York a çekilmesinin sebebi, ormanın içine dev bir el tarafından kondurulmuş maket görünümlü Manhattan silüetinin, filmlerin de etkisiyle hafızalara kazınan görüntüsünden etkilenmiş olmaktan ya da bir Sex&the City kahramanı gibi hissetmeyi istemekten olabilir. Sebep ne olursa olsun, şehrin caddelerinde yürürken ve Frank Sinatra’nın ‘New York New York’ şarkısını mırıldanırken herkes kendi New York hikayesini yazmaya başlar.
Para kazanmak, para harcamak, insanı ufacık hissettiren gökdelenlerin arasındaki düzenli caddeler boyunca yürümek, bir kafede oturup dünyanın renklerini seyre dalmak, aşık olmak ve acı çekmek için iyi bir fon oluşturan New York un hızına yetişmeye çalışmak nafile bir çabadan ibaret.
New York ta günleri devirmek çok kolay. Bir koca gün New York Library de, diğeri MOMA da, bir diğeri ise Ellis Island a kalkan feribotların kuyruğunda ve varışta bekleyen müzede hemen bitiverir. Bu arada New York hala sersem etmeye devam etmektedir. Mağazalardaki satış görevlileri, restoranda siparişinizi alan garson, otele her girip çıktığınızda sizi yıllardır tanıyormuşçasına rahat karşılayan ve hemen gününüzün nasıl geçtiğini soran görevliler, metroda, sokaklarda göz göze geldiğiniz insanlar, hemen herkes büyük bir tiyatro oyununda, birbirlerini tanımıyor olsalar bile aynı dilden konuştuklarını ya da ortak bir hikayeyi paylaştıklarını hisseden aktör ve aktrislermiş de yalnızca sizin bu oyundan haberiniz yokmuş gibi hissettirir.
Bu dev tiyatro sahnesinden haberiniz olsun olmasın New York, herkesin kendi oyununu oynamasına izin verir. Belki de bu yüzden çekim merkezidir. Orada herkes ya da hiç kimse olunabilir. Sokaklarda son sesinle şarkılar da söylesen, metronun vagonlarından birinde bağıra bağıra konuşmalar da yapsan kimse sana ne yaptığını ya da neden böyle davrandığını sormaz, yargılamaz, yadırgamaz. Şehrin sokakları herkese açık bir serbest kürsüdür adeta. Her an, her dakika oyuncularının enerjisi ve aurası ile şehir de kendini yeniler ve besler. Şehir ve insan ilişkisinin en iyi hissedildiği yerlerdendir ve bu yüzden dünya şehridir New York.
Bu Büyük Elma’dan ısırık alınabilecek alternatif epey fazla ancak bir ‘New York Klasikleri’ listesinde pekala şunlar sayılabilir:
- Şehre ayak basanın ‘çıkmadan dönmediği’ meşhur Empire State’in gözlem terasından şehri izlemek.
- 19.yüzyılın sonlarında dünyanın her yerinden milyonlarca göçmenin bir tek bavulları, umutları ve hikayeleriyle Amerika kıtasına ilk ayak bastığı yer olan ‘Ellis Adası’ ve Amerika’nın en bilindik sembolü olan ‘Özgürlük Heykeli’ ni görmek.
- Greenwich, Little Italy ve Soho sokakları, kafeleri ve birbirinden ilginç dükkanlarıyla en keyifli yerlerden. Ünlü kahve zinciri (hayır, bu defa Starbucks değil) Tribeca’da kahve molası vermek.
- New York’un önemli ve tarihsel meydanı Union Square’e gitmek ve sonrasında ünlü Barnes&Noble kitapçısına girip, kitapların arasında bir hayalden diğerine dalmak.
- Central Park’ta New York’un dünyanın her köşesinden insanı kendisine çeken büyülü dünyasını izleyerek çimenlere uzanmak, New York’un olmazsa olmaz’ı. Ayrıca parkta John Lennon’ın anısına mimar Bruce Kelly tarafından tasarlanan Strawberry Fields’i görmek.
- MOMA ve Guggenheim Müze’lerinde sanat, tasarım ve mimari dolu bir gün geçirmek.
- Ünlü Dakota binasından geçerek, Natural History Museum’daki dinazor iskeletlerinin heybetine şaşırmak.
- Balık pazarını, yelkenlileri, alışverişi ve gece hayatını bünyesinde toplayan ve bir New York klasiği olan South Street Seaport bölgesinde, Brooklyn köprüsü manzarasıyla şehri farklı bir açıdan görmek.
- Roosevelt Adası’na teleferikle geçerken ayaklarınızın altındaki eşsiz New York manzarasına hayran kalmak.
- Sahne sanatsız, ışıksız, neonsuz, özellikle de hamburgersiz bir New York düşünülemeyeceğinden New York’un meşhur hamburgercisi Melon’da hamburger yedikten sonra Broadway’de bir gösteri izlemek.
- 5.Bulvar’ın ışıltılı caddelerinde yürümek.
Ve tabii ki tüm bunları yapmak için bir New York bileti almak ve hayal kurmaya başlamak.