Durup kendimize “Ben ne yapıyorum?” diye sormadığımızda, kendimizi yaşama sanatından da mahrum bırakıyoruz aslında…
Oscar Wilde sanatı kısa ve net bir şekilde “Sanat iyi şeyler yapmaktır” diye tanımlamış. Ona sonsuz katılıyorum. Bence hayat da en büyük sanattır. Hayatın içerisinde neler yaptığımız onu nasıl yaşadığımızı belirliyor. Eğer sanatçısı en bol sanat hayatsa ve her birimiz birer sanatçıysak; bu sanatımızı özenle ya da umursamadan, sıradan ya da sıra dışı, gelişerek ya da olduğumuz yerde sayarak gibi birçok alternatif ile icra ediyoruz. Dönüp geriye baktığımızda hayat film şeridi klişesi geçerken kirpiklerimizin ucundan, “Acaba ne yapıyorum ben?” diye sorduğumuz anda başlıyor aslında yaşama sanatımız.
40 yaş çok ama çok önemli… Sorular, sorgulamalar, o yaşa kadar biriktirdiklerimiz ancak şekil buluyor zihnimizde. 40 yaşından önce çoğunlukla “Benden sonrası tufan diyor” insanoğlu ama bir gün geliyor ki “Ne yapıyorum, amacım ne benim hayatta, benden sonrası için ne bırakıyorum?” diye soruyoruz. O zaman bu bilinçle baş başaysak ilk bakacağımız yer kalbimiz.
İyi insan olmak, başkalarının hayatlarına dokunabilmek, değer katmak, güler yüzlü olmak için kimseye ihtiyacımız olmadığı gibi, etrafımızdaki herkesin iyi birer sanatçı olmasına da gerek yok. Her şey tekil, her şey benim içimde başlıyor. BEN ile benim kalbim, ruhum arasında oluşuyor, büyüyor ve gelişiyor.
Tüm toplum kuralları, dinler, büyüklerimiz iyi insan olmak için aynı şeyleri öğütlerken bizi bunlardan alıkoyan büyük BEN’den farklı ilkel benlik, sürekli beslenmek istiyor, bizi bencil bir hayata sürüklüyor. Bizi mutlu edeceğini zannettiğimiz para için çılgın bir tempoda çalışıyoruz; ruhlarımızı plazalarda kiraya verip şirket arabası, maaş, sağlık sigortası ve yemek kartı alıyoruz kira karşılığında. Gerçekten mutlu olanlar için sorun yok ama işimizi sevmeden gidip geliyorsak sorun epey büyük. Küçük bir Ege kasabası hayalleri kurup, sonra ruhumuzdaki kiracıyı çıkarmaktan korkuyor, üretmeden, yeniliklerden korkarak, giderek kapalı ama konfor alanında kalıyoruz. Yani boş tuvalleri olan ressamlar, boş kağıtlara bakan yazarlar, ayakları bağlı dans etmeye çalışan dansçılar oluyoruz. Piyanonun tuşlarına basıyoruz ama doğru ses çıkmıyor. Kendimize uygulayabileceğimiz en büyük şiddeti uyguluyoruz.
Ben dünyaya bir süredir yogayla bakıyorum. Yoga öğretileri ile güzel şeyler yapmaya çalışıyorum. 8 basamaklı yoganın ilk basamağının ilk maddesi tam olarak bundan bahsediyor. “Ahimsa” diyor, şiddetsizlik! Ve her şey bununla başlıyor. Fiziksel, zihinsel ve duygusal olarak incitmemek, merhamet göstermek, ama önce kendine, çünkü her şey kendinle başlıyor. SEN iyi şeyler yapınca hayat sanat oluyor. SEN ruhunu besledikçe içindeki ilkel benlik değişime açılıyor… Sonra evrendeki tüm canlılara ulaştırabiliyorsun nezaketle ve barışla yaşamayı. Küfür etmek, kendine acımasızlık yapmak, herhangi bir şeyi elde etmek için kendini zorlamak da şiddet, sokaktaki kediye tekme atmak, bir kadını dövmek ya da trafikte kavga etmek de…
İşte tam da bu yüzden kurumsal hayatı bırakıp yoga eğitmeni oluyor birçok insan. Bunu anladıklarında o soruyu soruyorlar, belki 40 yaşından bile önce, kendilerine: “Ne yapıyorum, amacım ne benim hayatta?” Moda gibi gözüküyor başkalarına, eleştiriyorlar yeni yoga eğitmenlerini. “Sen de mi?” diye sorup biraz da şaşırıyorlar aslında. Yeni eğitmenler ise soruyu yanıtlarken bir yandan kendilerini bekleyen geleceği merak ediyor, bir yandan da özgürlüğün tadını çıkarıyorlar. Kendilerine şiddet uygulamaktan ve bunun yapılmasına izin vermekten vazgeçtikleri için mutlu oldukları kadar, iyi şeyler yapacakları için de huzurlular onlar. Ege kasabası yerine iyi şeyler yapmayı hayal edenlerin sayısı artıyor ülkemizde ve bu da beni çok mutlu ediyor. Her eğitmen ders vermek zorunda değil, büyüyor, filizleniyor kendi içinde, kendi pratiğini yapıyor ve kalbini hayata açıyor onlar.
Hayatı iyi şeyler yaparak yaşamak dileği ve sevgiyle,