MAKALE

Meksiko City’nin Kalp Atışları

Meksiko City’nin Kalp Atışları

Deneyimli gezgin Seçil Sağlam, dünyanın dört köşesinden seyahat yazılarıyla Brandlife’ta. Beş duyuya hitap eden Meksiko City’nin kalp atışlarını hissetmeye hazır mısınız?

Kocaman şapkalarıyla müzik yapan mariachiler, devasa kaktüsler, tekila şişeleri, rengarenk kostümler ve festivaller… Meksika denilince aklınıza ilk bunlar geliyorsa; bohem, yaratıcı, dinamik ve modern semtleri, mekanları ve yetişilmesi zor enerjisiyle Meksiko City inanın sizi çok şaşırtacak.

Trafiği, 20 milyon civarındaki nüfusu, aralarındaki uçurumla gelir dağılımındaki adaletsizliği gözler önüne seren semtleri, şehrin her an değişen dinamik yapısı, birbiri ardına kutlamaları ve beraberinde ‘tüketim’i getiren atmosferiyle Meksiko City, kuşkusuz dünyanın en büyük metropollerinden. Uçağın inişe geçtiği dakikalarda kendisiyle ilk göz göze geldiğim an devasa yüz ölçümü karşısında şaşırmıştım. Dünyada az sayıda şehre inerken, bu kadar büyük bir yüz ölçümü karşısında şaşırırsınız. Benim için ilki Kahire idi, muhakkak başka şehirler de saymak mümkün; ancak Meksiko City tek başına Avrupa’daki minik bir ülke gibi.

Pek çok farklı kaynaktan ulaşılabilecek, şehirde ‘mutlaka görülmesi gereken’ tarihi yerlerle ilgili bilgi arayanlar, şu an itibariyle başka bir yazıya geçebilirler. Zira bu yazı, daha çok beş duyuya hitap eden detaylar barındırıyor.

Burası, bambaşka geleneklere, inanışlara ve ritüellere sahip; Toltek ve Aztek gibi son derece ileri medeniyetlerin kurduğu ve yaşadığı; İspanyol istilasına uğraması ile mimarisinin, inanışının ve geleneklerinin neredeyse tamamen değiştiği; yaşadığımız yüzyılda ise Frida ve Diego gibi tüm dünyanın daima ilgi odağı olan iki büyük sanatçının ürettiği eserlere ev sahipliği yapmış topraklar. Bu şehirde, Frida ve Diego’nun yaşadığı bölge olan Coyoacan’ın her bir köşesinde, hayran kalınacak bir görmüş geçirmişliğe sahip evler; tarihi bölge olan ‘Centro Historica’da ve şehrin diğer semtlerinde gezmekle bitmeyecek kadar fazla müze; her gece 12’de radyoda çalan milli marş ile ‘millet’ olmayı hiçbir zaman unutmadan yaşayanlar var. O yüzden Meksika’ya bir defa gelirseniz, virüs kanınıza bir defa girdi demektir. Sonrasında benim gibi tası tarağı toplayıp ikincisinde ‘yaşamak’ için gelirken bulabilirsiniz kendinizi.

Meksika’ya ikinci gelişim olan ekim ayının son haftasında şehir, ‘Ölüler Günü’ süslemelerine çoktan bürünmüştü. Ölüler Günü’nün asıl tarihi 2 Kasım; ancak öncesindeki haftalarda şehir, bu günün ismiyle çelişecek kadar renkli ve eğlenceli oluyor. Parklar, sokaklar, pasajlar, restoranlar, mağazalar ve evlerde rengarenk mumlarla, çiçeklerle, kurukafa objeleriyle süslü ‘altar’lar (sunak) kaybedilen yakınlar için hazırlanıyor. Bana kalırsa bu dönem yılbaşı döneminden çok daha keyifli, ölümü hayatın yanı başında kutsayan haliyle çok daha sıra dışı. Yılbaşı ışıkları ve süsleri, her senenin sonunda her ne kadar içimizi ısıtıp umut verse de Ölüler Günü’nün ‘çılgın’ sayılabilecek renkli dekorasyonları, son derece kendine özgü ve farklı.

Meksiko City’nin dinamik günlük hayatına dönecek olursak; Ölüler Günü’nün bitmesiyle birlikte anında sokaklarda ve mağazalarda yılbaşı süsleri satılmaya ve şehrin sakinleri çam ağacı, süslemeler ve hediye alışverişi için alışveriş merkezlerini doldurmaya başladı. Hemen akabinde Amerika’nın ‘Black Friday’ çılgınlığının Meksika versiyonu olan ‘Buen Fin’ (indirimli haftasonu) şehri ele geçirdi.

Amerika’nın bu kadar yanı başında olan Meksika’nın, ‘kapitalizm’in pençelerinden kendini kurtarması söz konusu olamazdı elbette. Üstelik tüketimi seven bir nüfusa sahip Meksiko City sakinleri için burası, Amerika için en kolay oyun alanlarından biri. Lüks arabalar, dev marketler, Amerikan otel ve restoran zincirleri, belki Amerika’da bir semtte olandan daha fazla Starbucks… Fast food markaları arasında her semtte, neredeyse her sokakta bulunan seyyar stand’larda ayaküstü ‘taco’ atıştıranları görmeseniz, Meksika’da değil de pekala başka bir ülkede olduğunuza emin olabilirsiniz.

Zihinlerde beliren Meksika’yı yaşamak için burası fazla modern, fazla hızlı ve fazla iş odaklı. Yine de Meksika’dayım dedirten sokak pazarları, renkler, şehrin görkemli tarihinin izlerini taşıyan İspanyol mimarisi binalar; Frida ve Diego’nun yaşadığı ‘Casa Azul’; şehrin hemen dışında yer alan Toltek ve Aztek şehri Teotihuacan; menülerde yer alan yüzlerce çeşit tekila, mezcal, mısır ve mısır unuyla yapılmış onlarca farklı lezzet ve sıklıkla yer alan kaktüs (nopales) çorbası veya kaktüsle yapılmış bir yemek; restoranlarda neşeli melodilerle birden beliriveren sokak şarkıcıları, geleneksel Meksika’yı kocaman lezzetli bir tabakta sunmaya yetiyor. ‘‘Mariachi’siz bir Meksiko City olmaz’’ derseniz, onlar da sizi ‘Garibaldi Meydanı’nda bekliyorlar.

Hareketli şehirlerden, büyük şehirlerin sunduğu bitmek bilmeyen nimetlerden hoşlananlar için Meksiko City tüketilmesi zor bir cennet. Hemen her hafta bir kutlamaya sahne olan, konser, sergi, sanat etkinliği ve tiyatro oyunları ile baş döndüren bir ritme sahip şehre, bir de her semtin kendine özgü dokusu ve atmosferi eklenince Meksiko City, her büyük şehir gibi her an farklı bir detayı yakalayacağınız, dinamikleri değişken bir yaşam alanına dönüşüveriyor.

Bu hareketli şehrin nüfusunu, trafiğini çekilir kılan çok önemli bir nokta daha var ki o da şehrin hemen her köşesinin küçüklü büyüklü parklarla dolu olması. Parkların içerisinde yer alan bitkilerin, ağaçların her gün düzenli bakımları yapılıyor. Meksiko City’e turist olarak gelindiğinde ilk görülecek yerler arasında Chapultepec Parkı bulunsa da şehrin farklı semtlerinde yer alan, turistik bölgelerden uzaktaki parklar çok daha huzur verici. Bu kadar fazla yeşil alanın olması, şehir hayatında başka bir alana da yer açıyor. Hafta sonları park/orman alanlarını kişisel spor eğitmeni ile çalışanlar, koşanlar, dans edenler, yürüyüş yapanlar ile her yaştan şehir sakini dolduruyor.

Şehrin en geniş ve en uzun bulvarlarından biri olan Reforma, pazar günleri bisikletliler ve paten kayanlar için trafiğe kapalı oluyor. Ayrıca pazar günleri müzeler Meksikalılar için ücretsiz. Cadde üzerinde arabanızı park etmek haftanın diğer günleri ücretli iken, hafta sonları o da ücretsiz. Adeta ‘şehri yaşayın’ dedirten bu uygulamalar takdir edilesi.

Her şehirde olduğu gibi bu devasa metropolde de kendi ‘yaşam alanınızı’ bulmak, yakalamak kişinin kendisine düşüyor. Şehrin La Roma, San Angel, Polanco gibi semtleri; kafe ve restoranları, sokak satıcıları, hafta sonları kurulan ‘sanatçı’ pazarları, nefis kitapçıları ile her gidişimde keyif veren ve farklı köşelerini keşfettiğim semtler. Ancak bu devasa metropol, bu birkaç öne çıkan semtten ibaret değil elbette. Şehrin ana semtlerinin dışındaki yüzlerce mahallede ve on binlerce sokakta, milyonlarca hayat yaşanıyor.

Geleneksel kıyafetiyle lüks bir restoranın önünde kendi emeği olan Meksika işi örtüleri satan kadın da, Polanco semtinin havalı kafe ve restoranlarını doldurup ‘prosecco’sunu yudumlayan kadınlar ve adamlar da, otobüslere dolup şehrin uzak mahallelerindeki evlerine gidenler de, özürlü çocuğuyla beraber şehrin en pahalı semtlerinden biri olan La Roma’da şekerleme satan kadın da, bir metrobüs yolculuğu boyunca kirpiklerine özenle rimel süren genç kız da, parkta öğle yemeğini yiyen takım elbiseli adamdan yemeğini isteyen hırpani adam da, duvarlardaki graffitileri çizen ‘isimsiz’ yaratıcı kişilikler de, şehrin parklarının her dakika bakımını yapan çalışanlar da, müthiş yenilikçi tasarımlarla ilham veren tasarımcılar da, damakta kalan lezzetleri sunan eller de, hepsi, herkes bu şehri, dünyanın tüm diğer şehirlerinde olduğu gibi kocaman, işleyen, üreten bir arı kovanına dönüştürüyor. Bana da bunları anlatmak kalıyor.

Yazı: Seçil Sağlam


Önerilen yazılar