MAKALE

“Neşe Doluyor İnsan”

“Neşe Doluyor İnsan”

İçimizdeki çocuğun ortaya çıkmasına karşı duran engelleri aşınca, yani büyükken çocuk olduğumuzda, gerçekten neşe dolabiliriz!

Ablamın 4 kilo civarında dünyalar güzeli bir kızı oldu. Hepimiz cümbür cemaat hastanedeydik. Onun yüzüne ilk baktığım anda kapalı gözlerini yavaşça açtı, bana baktı ve pembe dudaklarıyla gülümsedi. Mutluydu, aslında tamamen bilinçsizdi tabii, hatta beni görmedi bile, ama mutluydu. İşte o an gözlerim nemlendi ve istem dışı bir damla yaş süzüldü yüzüme. Ben insanın sevinçten nasıl ağladığını ilk kez o an anladım. Hayatım boyunca hiç unutamadığım bir duyguyu yaşattı bana.

İsmi henüz yoktu. Annesi ve babası isim vermeden önce onu görmek istediler, hiç acele etmediler. Ertesi gün o büyülü dünyadan çıkıp işe gittim. Aklım, kalbim hastanedeydi. Bir arkadaşıma olanları anlattım. Hâlâ beni büyüleyen o anın içindeydim. Arkadaşım merakla sordu.

– İsmi ne?

– Yok! henüz belli değil.

– Aaaa, ismi yok, nüfus cüzdanı yok. Ne acayip. Onun şimdi cep telefonu yok, tableti yok, cebinde 5 lirası bile yok hatta donu bile yok.

Ben öylece kaldım. O kahkaha atarak gülüyordu… Hiç böyle bakmamıştım yeni doğan çocuğa, doğaldı bunların olmaması ama onu bağımsız bir birey olarak düşününce gerçekten onun hiçbir şeyi yoktu.

Kendi çocukluğuma baktım sonra. Korkusuzduk, oradan düşersem ne olur diye düşünmez, ille de koşar atlardık. Ağaca çıkar, nasıl ineceğimize kafa yormazdık, önemli olan ağaca çıkmaktı, önemli olan o andı. Yakalanmak aklımızın ucundan bile geçirmeden yaramazlık yapar, tehlike anında bir köşeye saklanır, kuş gibi çırpınan kalbimize inat kikir kikir gülerdik. Hiçbir nefes tekniği bilmez ama doğru nefes alıp verirdik. Çünkü zihnimizde henüz hiçbir blokaj yoktu.

23 Nisan bayramımızdı, çocuk olmanın güzelliğini dünyanın her yerinden gelen çocuklarla kutlardık. “Neşe doluyor insan derdik” 23 Nisan şiirlerinde. Anlamazdık çok derinden. Çünkü biz çocuktuk ve neşe zaten içimizde vardı. Oyun oynardık, her çocuk gibi oyunlarla hayatı öğrenir, öğrendiklerimizi oyunlarla ortaya koyardık. Rol yapardık, tiyatroya dair tek bir eğitim bile almadan, rolleri dağıtır, oyunu yönetir ve doğaçlama repliklerle saatlerce, annemiz camdan ismimizi haykırıp “yemek hazır” deyinceye kadar sokakta oyun oynardık. Nota bilmez, sesimizin güzel olmamasına aldırmaz, şarkı söylerdik bağıra bağıra. “O ne der”, “bu ne söyler” diye utanmak öğretilmemişken özgürdük biz. Yıllar sonra ilk kez tiyatro sahnesine çıktım ve karşımdaki rol arkadaşım repliğini unuttuğunda, ben araya girip o sahneye uygun, senaryoda olmayan bir şeyler söylediğim an anladım ki oyun oynuyorduk. Hiçbir farkı yoktu bizim sokakta oynadığımız oyunlardan. Tüm o tiyatro eğitimlerinde zaten doğamızda olan çocuk olmak öğretilmişti yeniden.

Çok konuşurduk bazılarımız, aklımız ermezken çok fikrimiz vardı. Fikirlerimizi ortaya koymaktan çekinmezdik. O nedenle de daha yaratıcıydık. Anksiyete, depresyon, gurur, kibir, kin öğretilmediği için bilmezdik. Bilmemek de güzeldi. Mutluyduk, kendiliğinden içimizden geldiği için mutluyduk zaten. Yeni doğduğumuzda gülümsediğimiz gibi doğanın armağanıydı saf mutluluk içimizde. Bir çikolata ya da en çok hayalini kurduğumuz ayakkabı alındığında daha mutlu olmazdık, sadece çok sevinirdik.

Peki şimdi bütün bunları öğrendik, eğitimler aldık, cep telefonumuz var, cebimizde cüzdanımız var, en önemlisi ismimiz var. Mutlu muyuz, çocukluğumuzdaki gibi gülümseyebiliyor muyuz?

Diğer yandan bu büyük halimizle çocuklarla nasıl iletişim kuruyoruz? Kendi çocuğumuzla, kuzenimizinkiyle, yeğenlerimizle, sokaktaki tanımadığımız çocukla aramız nasıl?

Onların pırıl pırıl, masum, ışıldayan gözlerine bakarak kendi çocukluğumuzla karşılaştırmadan, kendimize üzülerek ya da yapamadıklarımızı onlara mecbur bırakarak mı? Onları eğitmeye çalışmadan, bir şeyler öğretme gayesinden uzaklaşarak sadece oyun oynadığımızı hayal edin. Sadece oyun oynamak… Çocukla çocuk olabilmek, çok bilinen ama kolay kolay yapılamayan bir şey bence. Bayılıyoruz hepimiz öğretmeye, kendi doğrularımızı ille de onlara dayatıp yaptırmayı çocuklarımızı iyi eğitmek sayıyoruz. Oysa oyun oynasak gerçekte işte o zaman, yani büyükken çocuk olduğumuzda neşe doluyor insan.

Bazen insanların karşılarında konuşmadan önce önlerini ilikledikleri, konuşurken seslerinin titrediği dedelerin, torunlarını sırtına bindirip at oldukları anları düşünün. İşte tam olarak kastettiğim sahne bu at olan dedeyle onun sırtındaki torunun oynadığı oyun sahnesi. Sadece oyun oynarsak, onlarla rekabet etmeden, yenmeye çalışmadan, bugünkü olgunluğumuzla çocuk olabiliriz. Onları rakip olarak görmeyiz, kavga etmeyiz, kalplerindeki saflık içimizi kaplar ve şefkat duygusu büyür içimizde, onların o sevimli halleri bizi de sevimli yapar, büyüklük taslamaz, o kocaman egomuzu ortaya koyup, oyuncak bile yapabiliriz. Ona yalan söylemez ve oyunun sonu ile ilgili beklentiler içine girmeyiz. Kimin terfi edeceği, kariyer planı, gelecek endişesi kavramları ortadan kalkar. Çocuk oluruz hep beraber, neşe dolar içimize.

İşte tüm bu bakış açısıyla kendimize baktığımızda, kendimizi yenilediğimizde doğal olanın doğru olduğunu görüyoruz. Her insanın içinde kaç yaşına gelirse gelsin bir çocuk yattığını biliyoruz. Onu ortaya çıkarmamıza ne engel oluyor peki? Şartlandıklarımız, öğrendiklerimiz, kaygılarımız… Bence o masum oyunları bırakmamız en büyük engel. Kendi içimize de bir çocukla oynar gibi bakabildiğimizde kendimizi sevebileceğiz. Rekabet etmeden, anılarımızı geçmişimizi yargılamadan, kendimize yalan söylemeden ve oyun oynarken şefkatle bakabileceğiz kendimize de. Üstelik o yıllardan en büyük farkımız artık bilgimiz de var, fikrimiz de. Ağaca çıkarken nasıl ineceğimizi biliyoruz zaten, önemli olan o ağaca çıkmaktan korkmamak, o anı kendimizden esirgememek. Yeter ki, biz aklımıza değil, aklımız içimizdeki çocuğa hizmet etsin.

Sevgiyle…

Yazar: Leyla Zerger Sidal


Önerilen yazılar