San Francisco Etkisi

Hiçbir zaman Amerika’ya karşı bir ilgim olmadı. San Francisco ile tanışana kadar.

Ne hemen herkeste bağımlılık yapan New York’ta, ne Miami’de aklımı bıraktım. Miami fazla ‘posh’ ve yapaydı, New York ise belki de kendisiyle çok fazla zaman geçirmediğimdendi sanırım,  fazla büyük ve yüksek binaların gölgesindeydi bana göre…

San Francisco ise meşhur havasıyla beni her anlamda çarptı. Aslında San Francisco’ya ilk görüşte vurulmadım. Üstelik şehirdeki ilk saatlerimde şu anki San Francisco sevgimden tamamen bağımsız ve aksi istikamette bir düşünce ve duygu halim vardı. “Burada harcayacağım zaman ve enerjiyle, bu çok da ruhu olmayan binaların ve markaların arasında dolaşmaktansa, Guatemala’ya gitmiş olmayı tercih ederdim” gibi cümleler kurmuştum akşam soğuğu yüzümü ve içimi üşütürken. Hayli büyük konuşmuşum.

San Francisco’nun bu denli kanıma girmesinde, İstanbul’u özlediğim bir zamana denk gelmesinin de etkisinin olduğunu yadsıyamam. İstanbul ile benzerlikler bulduğum, ancak kıyasladıkça içten içe kıskandığım bir ‘çiçek çocuk şehri’ San Francisco. Şehre homurdandığım ilk günün ardından ertesi sabah yepyeni bir güne uyandığımda, her şey başka gözüktü. Yatakta keyifle gerindim ve Powell Caddesi’nden ikinci kattaki odaya tırmanan tramvayın sesiyle neşe doldum. Odadaki kahve makinasında bir kahve hazırladım ve şehrin çoktan uyandığı, hatta gece boyunca pek uyumadığı sokağı izledim.

Sokağa karışır karışmaz mutluluk hormonlarım çalışmaya başladı. İlk istikamet kahvaltı yapmak için bir tavsiye üzerine not aldığım CAW (Craftsman and Wolves) oldu. Otelden CAW’a yarım saat kadar yürüdüm. Pazar sabahıydı ve dükkanların çoğu henüz kapalıydı. Vitrinlerin arkasından henüz kapalı olan galerilerdeki yaratıcı işleri süzerken, ‘Mels’ gibi tipik Amerikan tarzı mekanlarda kahvaltı yapanlar da camın arkasından sokağı ve benim gibi sokaktan geçenleri süzüyordu. Binaların yangın merdivenleriyle birlikte daha bir karakteristik yüze kavuşmuş mimarilerini inceleyerek, değişen sokaklarla birlikte, değişen yüzlere, sokakta yaşayan insanların da benimle aynı sabaha bambaşka uyanmasını düşünerek, kiminin hala yorgana bürünmüş halde bir binanın dibinde uyumasına bakmaktan kendimi alamayarak yanlarından geçtim. Bu esnada en ufak bir rahatsızlık ya da endişe hissetmedim. Hissettiğim tek yoğun duygu, ‘neden bir insanın evsiz kaldığı, neden Amerika gibi bir yerde kimsenin elini uzatmadığı, yoksa uzatsa da bu durumun kimi evsizin kendi tercihi olup olmadığı’ oldu. Bu gibi cevabını bilemediğim soruların içinde kafeye ulaştım.

Oturduğum uzun ahşap masayı paylaştığım herkes ufak da olsa muhabbet etti. Kimi geçen hafta fırtına ve yağmur olduğundan, dolayısıyla bu haftaki güneşli havadan dolayı şanslı olduğumdan bahsetti. Kimi nereli olduğumu sordu, kimi şehirle ilgili tavsiye verdi. Airbnb’nin buradan çıkmış olmasına şaşmamak gerek. Yerel deneyimler ile şehri keşfetmenin en popüler ve yaygın yöntemi olan Airbnb, aynı zamanda ‘hospitality’ ilkesine dayanıyor. Dolayısıyla ev sahibi ile aynı evi paylaşsanız da, evin tamamını kiralamış olsanız da esas amaç, otelden ziyade o şehirde yaşayan birinin evinde kalarak onun yaşamı aracılığıyla şehrin izlerini sürmek. Bu defa ki deneyimim bir otel odasında oldu, ancak Airbnb’yi seyahatlerimde sık kullanan biri olarak, bu şehirdeki bir Airbnb deneyiminin ev sahibinin olası sıcak yaklaşımıyla birlikte şehir deneyimine harika anılar katabileceğine neredeyse eminim.

San Francisco’ya giderken saçına bir çiçek iliştirmeyi unutma” demeleri boşuna değil. Burası aynı zamanda ‘hippie’ akımının doğduğu yer. Sadece bu akımın doğduğu semt olan Haight-Ashbury’de değil, şehrin her köşesine sinmiş rahatlık, insanların farkındalığı ve pozitifliği burayı özel bir şehir haline getiriyor. San Francisco’yu özel kılan, burada her türlü yaşam tarzının kendine nefes bulmuş olması. Amerika’nın ya da Avrupa’nın bazı şehirleri için de bu söylenebilir muhakkak, ancak San Francisco’nun aura’sına bir de Pasifik Okyanusu’nun ve insanların pozitif enerjisi karışınca, burası pek çok kişi için vazgeçilmez oluyor.

İstanbul gibi her defasında farklı yerlerini keşfetmenin mümkün olduğu San Francisco’da her ne kadar turistik bir aktivite gibi görünse de aynı zamanda lokallerin de koşu ya da yürüyüş yapmak için tercih ettiği Golden Gate Köprüsü boyunca yürüyerek karşı yakaya geçmek, ocak ayının sert havasına rağmen son derece güzel ve özgürlük veren bir duygu. Üstelik karşı yakada, şehirden fazla uzaklaşmadan daha sakin ve doğayla iç içe yaşamak isteyenlerin tercih ettiği Sausalito’da rahat bir öğle sonrası geçirmek de bu yürüyüşün üzerine keyifli bir durak oluyor. Şehrin ritmini sevdiğim için burada 1-2 saat geçirdikten sonra San Francisco sokaklarına dönmek istiyorum ancak feribot henüz hareket ettiğinden, sonraki feribot için 2 saat daha Sausalito’da vakit geçirmek durumunda kalıyorum.

San Francisco’ya dönüşte güneş batmış, yerini gökyüzündeki farklı tonlara bırakıyordu. Kızıldan mavinin tonlarına geçen gökyüzüne ve ileride Golden Gate Köprüsü’nün keskinleştirdiği manzaraya, Pier 1’e yaklaşırken şehrin silüeti eşlik etti. Pier 1’de feribottan inerken Kabataş’ta ya da Beşiktaş’ta vapurdan indiğim anları düşünerek özlem duydum.

Dünyanın pek çok şehrine ilk görüşte vurulabilirsiniz. Ya tadı damağınızda kalır ya da algılarınızı zorlar. Hindistan gibi, Nepal gibi. Veya Japonya gibi. Ama yaşamak denilince orada yaşamak aklınıza gelmez. Öyle bir ruh haliyle dönmemişsinizdir oradan. Size sadece deneyim kazandırmıştır, etkilemiştir, çarpmıştır. Bir de hayat boyu hatırlayacağınız anları zihninize kazımıştır. San Francisco ise böylece ‘yaşamak’ isteyeceğim yerler arasında yerini aldı.

Sanat galerilerindeki ruhu besleyen işler; dünya mutfağından sevdiğim lezzetler; efsanevi City Lights Kitabevi’nin raflarında daldığım hayaller; her restoranın menüsünde yer alan Napa Vadisi’nin lezzetli şarapları; Ferry Building Farmers Market’in organik ürünler satan standları; Çin Mahallesi’nin duvarlarında yer alan graffitiler; bir şehir klasiği olarak tramvaya asılarak neşeyle şehri keşfeden insanlar; Pier 39’daki iskelelerde sürekli bir gürültü halinde konuşan deniz aslanları; Fisherman’s Wharf’ta lezzetli deniz ürünleri satan büfelerden aldığım ‘clam chowder’ ve deniz ürünlü sandviçe her an bir martının pike yapacağı ihtimali de olsa keyifle yemek; Le Marais’in nefis pastane lezzetleri ve bir fincan kahve eşliğinde Ghirardelli Meydanı’nda bir bankta oturup güneşin tadını çıkarmak; Victoria dönemi mimarisine sahip her biri birbirinden fotografik evlere hayran dolaşmak; kendini olabildiğince özgür hissetmek; tüm bu güzellikler bir de insanların pozitif tavırları, yaklaşımları ve doğallıkları ile birleşince, San Francisco benim için hayatta sevdiğim pek çok şeyi bulduğum bir şehir oldu.

Son gün, otel odasından çıkarken televizyonda Obama’nın 10 yıldır Basın Sekreterliği’ni yapan Josh Earnest’in son basın konuşması vardı. O esnada Obama, konuşmanın bir yerinde salona girerek Josh Earnest‘e övgü dolu sözler söyledi ve onunla çalışmanın ne kadar harika olduğundan bahsederek kendisine teşekkür etti, omuzuna dostane bir şekilde dokundu ve salondan ayrılırken de gazetecilerin sorduğu bir soruya esprili bir yanıt vererek, herkesi gülümsetti. Salon neşeli bir hava ile dolmuştu arkasından. Bu sahneleri izlerken, aklımdaki tüm parçalar da böylece birleşmiş oldu. Amerika’ya hala pek çok açıdan hayran değilim ancak Amerika’nın ‘bu zamana kadar sunduğu’ kendin olmayı teşvik eden aura’sına ve beraberinde gelen insanlardaki rahatlığa evet, hayranım. Amerika’yı ‘farklı’ kılan en büyük etken, her millete bir yaşam sunmuş ve her yaşam stilinin kendine bir yer bulabilmiş olması. Bunun tüm insanlık adına değişmemesini umuyorum.


Önerilen yazılar