Anadolu’dan Kafkasya’ya Mezopotamya’dan Arabistan’a uzanan, kadim medeniyetlerden eşsiz eserler İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde!
Uzun yıllardır istediğim ancak bir türlü vakit ayıramadığım İstanbul Arkeoloji Müzeleri ziyaretimi geçtiğimiz hafta gerçekleştirdim. Güzel bir bahar gününde, şehirde yapılacak en keyifli aktivitelerden biri kesinlikle. İçeride adeta zaman kavramını yitiriyorsunuz, en azından ben kimi eserlerdeki MÖ 13. yüzyıl gibi tarihleri algılamakta güçlük çektiğimi söyleyebilirim.
Öncelikle müzenin yapısından kısaca bahsedeyim. Gişeden geçtikten sonra sizi tarihi eserlerle dolu muhteşem bir bahçe ve ihtişamlı binalar karşılıyor. Arkeoloji ‘Müzeleri’ denmesinin sebebi ise içeride üç farklı müze olması. Bunlardan en büyüğü ve en görkemlisi Arkeoloji Müzesi. Dönemi için, dünyada müze binası olarak inşa edilmiş ender yapılardan biri olma özelliği ile göze çarpan yapı, İstanbul’daki Neo-Klasik mimarinin en güzel örneklerinden biri.
Müzenin kuruluş hikayesi ise şöyle. Osmanlı’da müzeciliğin kurumsal olarak ortaya çıkışı İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin 1869 yılında ‘Müze-i Hümayun’ yani İmparatorluk Müzesi olarak kuruluşuna denk geliyor. O zamanlar Aya İrini Kilisesi’nde bulunan ve o güne değin toplanmış arkeolojik eserlerden oluşan Müze-i Hümayun, İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin temelini oluşturuyor. Aya İrini’nin yetersiz kalması ile Fatih Sultan Mehmet döneminde yaptırılmış olan ‘Çinili Köşk’ müzeye dönüştürülüp 1880 yılında ziyarete açılıyor. Çinili Köşk, İstanbul Arkeoloji Müzeleri kompleksindeki üç müzeden biri. İçinde Türk çini ve seramik örneklerinin sergilendiği Çinili Köşk Müzesi, İstanbul’daki Osmanlı dönemi sivil mimari örneklerinin en eskilerinden biri ve kesinlikle çok dikkat çekici.
Ardından 1881 yılında, Pera Müzesi’nde sergilenen Kaplumbağa Terbiyecisi tablosuyla da tanıdığımız Osman Hamdi Bey müze müdürlüğüne atanmış. Osman Hamdi Bey’i ressam kimliğiyle tanısak da aslında Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli bölgelerinde birçok kazı çalışması yapmış olan ve ilk Türk arkeologu olarak nitelendirilen biri aynı zamanda. 1887 ve 1888 yılları arasında Osman Hamdi Bey tarafından yapılan Sidon Kral Nekropolü Kazısı’ndan İstanbul’a getirilen ihtişamlı eserlerin sergilenebilmesi için yeni bir müze binasına ihtiyaç duyulmuş, Çinili Köşk’ün karşısına dönemin ünlü mimarı Alexander Vallaury tarafından inşa edilen bina 13 Haziran 1891’de ziyarete açılmış.
Binadan içeri adım atmaz sizi dev bir Tanrı Bes heykeli karşılıyor.
İçeride imparatorluk topraklarından getirilen, çeşitli dönemlere ve kültürlere ait binlerce eser bulunuyor. Müzeyi gezerken yaptığım hata sesli rehber almamak oldu, bu nedenle bu muhteşem eserler hakkında daha fazla bilgi almak için en kısa zamanda müzeyi yeniden ziyaret edeceğim. Sergilenen eserleri ve bulundukları antik kentlerin isimlerini gördükçe, bu antik kentleri gidip görmeyerek de ne kadar önemli deneyimleri kaçırdığımı fark ettim. Gerçekten de muhteşem bir tarihi mirasa sahip, çok şanslı bir coğrafyada yaşıyoruz.
Eserlerin büyüleyiciliğinin yanı sıra, müzenin dünya standartlarındaki tasarımı da beni çok etkiledi, kullanılan fon renkleri ve ışıklandırma, eserleri daha da ön plana çıkarırken, bölümlerin dönemlere ayrılmış olması da heykel ustalığının ve sanatsal stilin değişimini rahatça görebilmemizi sağlıyor. Müzenin üst katındaki bir galeri ise, Troya kazılarına ayrılmış. Ardından yine aynı katta, ince işçilikleriyle büyüleyen takıların sergilendiği hazine odasını göreceksiniz.
Yeniden bir alta indiğinizde ise, müze binasının inşaa edilmesine sebep olan görkemli lahitlerin sergilendiği bir galeri yer alıyor. Burada Osman Hamdi Bey tarafından yapılan Sidon Kral Nekropolü Kazısı’ndan İstanbul’a getirilen İskender Lahdi, Ağlayan Kadınlar Lahdi, Likya Lahdi, Tabnit Lahdi gibi ihtişamlı eserler kadar bunların bulunması ve çıkarılmasına ait çizimler de beni çok etkiledi.
Bu binadaki gezimi tamamladıktan sonra müzenin kafesinde bir mola verdim, burası tarihi eserlerin arasında ve ağaçların altında bir şeyler yiyip içmek için harika bir yer.
Ardından girişin hemen yanında bulunan Eski Şark Eserleri Müzesi binasına girdim. Burada Anadolu ve Mezopotamya’nın Yunan öncesi, Mısır ve Arap Yarımadası’nın İslam öncesi çağlarına ait eserler bulunuyor. Ne yazık ki bu müzenin binasını ve yerleşimi hakkında Arkeoloji Müzesi gibi olumlu şeyler söylemem mümkün değil. Binanın içi bakımsız ve eserlerin bulunduğu camekanların ışıklandırması eserler hakkında bilgi veren yazıları okumayı çok zorlaştırıyor. Ancak yine de MÖ 13. yüzyılın başından kalma Kadeş Antlaşması ve İştar Kapısı gibi eşsiz eserleri, çivi yazılı belgeleri görmek harika bir deneyimdi.
Müze haftanın her günü açık. Giriş ücreti 60 TL, ancak aynı fiyata MüzeKart alabildiğiniz için ben gişede kendime hemen bir Müze kart çıkarttırdım, eğer sizin MüzeKart’ınız varsa ücretsiz girebilirsiniz. Sesli rehberin ücreti ise yanılmıyorsam 40 TL idi. Bu arada eğer İstanbul’da yaşamıyorsanız müzeyi sanal olarak gezmeniz de mümkün.
Şu an için ana binada yer alan bazı salonlar ve ”Assos Sergi Salonu” ile ”İstanbul’un Çevre Kültürleri: Trakya, Bithynia – Bizans” sergi salonları ziyarete kapalı. Müzenin 2019’de ilk etabı tamamlanan restorasyon sürecinin mükemmel sonuçlarını gördükten sonra, bu bölümlerin de ziyarete açılmasını heyecanla beklemeye başladım.